Anka Kuşu

                                                 


   Kırmızı bir kuş tüyü rüzgarda savrularak avuçlarıma kondu. Avuçlarımı sardı kan kırmızı ve kül rengi. O an anladım ki yeniden ateş tutuşturdu Anka kuşunu. Bana yalnızca kızıllı, grili tek bir tüyü kaldı. Oysa birlikte yanmıştık ve birlikte doğmuştuk yeniden. Kaf dağının ardında onu bulduğumda bir masalla tutuşmuştuk. Masalın adı aşk… mutsuz bir sona tutunup ateşte kavrulmuştuk. Hamdık, yanarak olgunlaşacağımızı sanmıştık. ikimiz de aynı kişiye aşık, yollara vurgun iki yabancıydık. Hep aradık, gerçek aşkı bulduğumuzda ne yapacağımızı bilmeden. Bazen kanatlarına oturdum birlikte uçtuk, bazen yürümekten yorulduk. Aradığımız şey bir su gibi berrak ve biz hep susuzduk. Bir gün dik bir yamacın başında durup yürüdüğümüz yollara, aşındırdığımız topraklara baktım göz ucuyla. Anka kuşunun kanadı yanmaya başladı birden. Acıyla kıvranırken seslendi; ‘Bu yol öyle bir yol ki geriye bakarsan yanarsın, yanarım. Yolcu olacaksan önce yola vurgun olacaksın. Asla arkana bakma!’ gözlerimi çevirip ileriye doğru yamacı çıkmaya koyuldum. Bir kez geçmişine daldığında orada boğulurmuş insan bunu bilemedim ben. Dedim ya daha çok hamdık o zamanlar yalnızca aşkla yanacağımızı sandık. Aklımda açıldı koca koca sandıklar tüm kederler ortaya saçılıverdi. Birini kapatmaya çalışsam diğeri aklımı çeldi. Bir sandıktan pembe kazağıyla çocukluğum fırlayıverdi. Çöktüm dizlerimin üzerine, öptüm onu alnından. İtti ellerimi, dudaklarımı kapattı, nefretle baktı gözlerime, nefretle bağırdı yüzüme; ‘Gördün mü bana yaptığını? Silip attın beni zihninden kötü olan ben miydim yoksa insanlar mıydı? Sen beni, kendini cezalandırdın. Şimdi biliyorsun suçsuz olduğumu daha yeni anladın. Ama ben unutur muyum bana yaptıklarını? Uykusuz geceleri, korkularımı, delirişlerimi… söyle unutur muyum sırf unutmak adına beni uyuşturduğun o yılları? Biliyorum hala tırnaklarını batırıyorsun avuçlarına ve dişlerini sıkıyorsun uyurken. Hala korkuyorsun değil mi uyumaktan. İşte bu yüzden dokunma bana çünkü artık… biliyorsun.’ Bir kez olsun sarılmak istedim çocukluğuma. Pürüzsüz yüzünü, daha parlak olan gözlerini seyrettim. Dizlerimin üzerinden kalkmadan belki kendi içimi rahatlatmak adına son kez konuştum onunla; ‘ insanlar çok kötü. Uyuşturdum kendimi hem de sandığından daha fazla. Uyuşmasaydım ölürdüm. Evet hala korkuyorum her gece olduğunda. Tırnaklarımı batırıyorum avuçlarıma ve dişlerimi sıkıyorum uyurken. On iki yaşındasın, o zamana ait pek bir görüntü yok hafızamda, silindi, ben sildim. Çünkü korktum, silmeseydim katlanamazdım neden o zamandan kalma bir fotoğraf bile yok elimde sence?. Söylesene bana, sen nasıl böyle güçlü kalabildin? Aramızdan sanki asırlar geçti sen güçlendikçe ben hep güçsüz kaldım. Sırf güçlü görünmek adına taşa çevirme kalbini. Bırak insanlar zayıf sansın. Eğer mutlu olacaksan, şimdiki aklım olsa nefret etmezdim senden daha çok severdim ve uyuşturmazdım kendimi. Doyasıya ağlardım sokaklarda, her çalan müzikte, her izlediğim filmde. Korkardım belki hala ama seni severdim. Çünkü Tanrı seni sevdi.’ Avuçlarıma kırmızı bir balon bırakarak karanlığa doğru koşmaya başladı çocukluğum. Balonla dizlerimin üzerinde kaldım. Anka kuşuna çevirdim gözlerimi, bir kanadı yanmış, külleri balonuma sıçramıştı. Onun sözünü dinlememiş, geçmişte boğulmuştum ben boğuldukça onun bir kısmı yanarak kül olmuştu. Artık yalnızca yürüyerek ilerliyorduk yolumuzda. Belki yüzyıllarca yürüdük, papatyalarla dolu bir bahçeye düştük. ‘işte şu tepenin ardında! Sonunda gerçek aşkı bulduk!’ diye seslendi Anka kuşu. Papatyaların içerisinde koşarak tepeye ulaşmaya çalıştık. Tam o sırada karşımda biri belirdi ellerinde bir demet papatyayla. Ben ayağımın altındaki papatyaları ezerek, görmezden gelerek onun elindekileri sevdim o da yetmedi ellerini sevdim, gözlerini sevdim, yüzünü sevdim. O bana papatyaları uzattı, ben ona elimdeki kırmızı balonu. Gülümseyerek; ‘ Bu papatyalar solacak ellerinde, ama bak ayağının altındakiler hep canlı kalacak. Onların katili benim çünkü ben yalnızca bunu bilirim. Sevmeyi de bilmem mesela yalnızca kırabilirim.’ Dedi. ‘Olsun!’ dedim. ‘Ben seni sensiz de severim. Bak nasıl da aşık oldum sana bir anda. Kırılsam da seni sevebilirim.’ 

Yolu bilmeden, yolcuyu tanımadan tuttum ellerinden. Anka kuşuna kuru bir veda bile etmeden masallarda bıraktım boynu bükük. Gerçek aşk buydu işte, yanmıştım, kavrulmuştum. Hem ham da değildim artık onun aşkıyla kızarmaya başlamıştım. Başka bir yolda, başka bir aşkla yürüdük. Papatyalarla dolu bahçeden çıkıp bir bataklığa geldik. Ellerini ellerimden ayırmadan çocukluğumu anlattım ona. Yaramın yerini gösterip, kırmızı balonun hikayesini anlattım. Alnıma bir öpücük kondurup bıraktı balonu gökyüzüne. Elimdeki papatyaları alarak kırdı boyunlarını. O, her zaman gülümseyen yüzüyle bakarak gözlerime okşadı saçlarımı ; ‘ ben bilmem sevmeyi, ben yalnızca kırmayı bilirim. Yaranı bana gösterdin ya seni oradan vuracağım. Seni bu bataklığa getirdim çünkü ben zaten hep buradayım. Sanırım artık sen de batacaksın.’ Dedi ve gitti. Yavaşça çekiverdi beni bataklık içine. Yavaşça yanmaya başladım, anladım ki Anka kuşu da benim yüzümden yanmakta. Bataklığa çekilirken bir yandan ateşle boğuştum. Eninde sonunda tamamen kül oldum. En cılız sesimle Tanrı’ya yalvardım. ‘Seni ararken çok yanlış yollara saptım. Bak ne hallere düştüm. İhanet ettim sana, Anka kuşuna, yola. Son bir şans ver bana. Son bir şans!’ Küllerimi topladı avuçlarında Tanrı, beni papatyalarla dolu bahçeye taşıdı Anka kuşunun küllerinin arasına bıraktı. Usul usul yeniden yaşam bahşedildi bize. Ben doğdukça o da doğdu. Saatler sonunda daha güçlü hayata tutunduk. Anka kuşu; ‘artık yoldaşım değilsin sen. İhanet ettin bana, yola, yolcuya, aşka. Belki hala papatya bahçesindeyiz ama bak karşıdaki tepe yok artık gerçek aşk çok uzaklarda. Sen de git artık yoluna. Ben onu arayacağım başka yollarda.’ Dedi ve kanatlarını çırparak çok uzaklara gitti. Ben yıllarca yürüdüm vardığım yer koca bir boşluk. Ama Anka kuşu hala hayattaydı, Onu arıyordu biliyordum. Çünkü o yanarsa ben de yanardım, o külse ben de küldüm. işte bu kadife rengi gecenin altında yorgun düştüğümde, rüzgarda savrularak avuçlarıma kondu kırmızı bir kuş tüyü. Avuçlarımı sardı kan kırmızı ve kül rengi. Birden yanmaya başladım saçlarımdan, çünkü o yanarsa ben de yanardım ve o kül olmuştu. Daha hamdık, aşkla değil acıyla yanmıştık. Küle dönüştüğümde, savurdu rüzgar benim her zerremi ayrı toprak parçasına. Artık küle döndüğümü yol biliyor, yolcu biliyor en acısı da Anka kuşu da biliyor.

Yazar: Merve Guvenlier 

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.